EditördenEDİTÖRDEN

20 Temmuz – Dünyaya Başka Gözlerle Bakmaya Başladığım Gün

 

(Özdinç Akdel)

Yıl 1974…

Üç kardeşin ortancası olan ben; savaşın korkunç yüzüyle yüzleşmiş 11 yaşında bir çocuktum.

Büyüklerimizin yaşadığı telaş, korku ve heyecandan bir kötülüğe doğru sürüklendiğimizin

farkına varmıştım. Nitekim 20 Temmuz kaçınılmaz bir kader olarak kapımızı çalacaktı. O gün

(20 Temmuz), Avtepe köyünde dedem Mustafa Cuma şehit oldu. Ertesi gün (21 Temmuz)

ise, babam Mehmet Abdullah… Annem hem babasını hem de eşini kaybederken ben de

babamı ve dedemi kaybetmiştim. Üç çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalan annemi zor

günler bekliyordu…

15 Temmuz’dan itibaren Rumlar kendi içlerinde ağır kayıplar vererek çatışmaya devam

ediyordu. Babamın 4-5 gün boyunca eve dönmeyişinden toplumlar arası savaşın patlak

vereceği anlaşılıyordu. Güvenlik amacıyla Mağusa sakinleri antik surların tünellerine

taşınmıştı. Bizler ailece Çifte Mazgal dedikleri yere yerleştirilmiştik. Bize bakmaya gelen

mücahitlere eş, kardeş ve oğul olan diğer mücahitlerin akıbetleri soruluyordu. 21 Temmuz

günü, insanlar kendi aralarında konuşurken babam Mehmet Abdullah’ın şehit olduğuna

kulak misafiri olduk. Söylenenlerin doğru olup olmadığını anlamak için sığınağımızdan dışarı

çıkmak istesek de çıkmamıza izin verilmedi.

Kısa bir süre sonra çatışmalara ara vermek üzere bir saatliğine ateşkes kararı alındı. Amcam

sığınağa geldi ve annemi hastaneye götürdü. Ben ve abim Özmert sığınaktan kaçıp koşa koşa

hastaneye vardık; ancak içeriye alınmadık. Ben hastanenin yanındaki evin avlusunda bulunan

büyük bir ağacın altına çekilip ağlaşmaları dinliyor arada söylenenleri anlamaya çalışıyordum.

Eski Cumhurbaşkanımız Dr. Derviş Eroğlu’nu ilk görüşüm de oradaydı; bitkinliğini ve

yüzündeki ifadeyi hiç unutmayacağım.

Ateşkes bitmeye yakındı; sığınağa geri dönmek yerine hastaneye yakın olan evimize dönmek

istedim. Eve varır varmaz çatışmalar tekrar alevlendi; ben ise evimizin boş odalarında

anlamsızca dolaşıyordum. Annemin, kardeşlerimin yanına dönmem gerekiyordu. Sığınaktan

hastaneye doğru koşarken sandaletlerim kopmuştu; onların yerine başka ayakkabı giyip

sokağa fırladım. Giydiğim ayakkabıların tekeş olduğunu fark ettiğimde çok geçti; ateşin

ortasındaydım artık. Oraya buraya düşen vızıltısını kulağımın dibinde hissettiğim havan

mermileri arasında ilerlemeye çalışırken bir mücahit beni gördü ve yolun ortasından alıp

kendi mevzisine götürdü. Çatışmalar dinene kadar orada kalacaktım. Bu arada kum torbası

doldurmakla meşgul olan mücahitlere de yardım etmiştim.

Çatışmalar dindikten sonra beni annemin olduğu sığınağa götürdüler. Annemin ağlamaları ve

tuttuğu yastan başımıza ne geldiğini idrak etmiştim. Zaman durmuş gibiydi… Etrafa boş boş

bakıyorduk. Her şeyin anlamsız hale geldiği bu anda babasız kalmış olmanın ne anlama

geldiğini düşünüyordum…

 

İkinci Harekat dediğimiz 15 Ağustos’a kadar devam edecek olan bir ateşkes daha oldu. Bu

yüzden herkes sığınaklardan çıkıp evlerine dönmüştü. Biz de evimize dönmüştük ama bir kişi

eksik olarak… Babasız! Halimiz ne olacaktı? Annemi üç çocuğuyla nasıl günler bekliyordu?

Başka bir eve dönmüş gibiydik. Bundan sonra hayata tutunmak kolay olmayacaktı. Bizi taziye

ziyaretine gelenlerin yüzünde merhamet ifadesinden başka bir anlam olduğunu fark

ediyordum. ‘ iyi ki, bu bizim başımıza gelmedi.” der gibi bakıyorlardı sanki. Evet, bizim

başımıza gelmişti; biz, babasızdık artık…

İkinci harekat başladığında aynı sığınağa geri dönmeyip tanıdığımız bir ailenin bodrum katına

sığınmıştık. 20 Temmuz öncesi küçük kız kardeşim Pembe annemin köyü olan Avtepe’ye

gitmiş; savaş patlak verince de orada kalmıştı. Güvenli olmamasına rağmen eniştem, özel

izinle kız kardeşimi almaya gitmişti. Kız kardeşim eve sağ salim döndüğünde sevinmiştik ama

aldığımız başka bir haber bizi yeniden yıkmıştı. Annemin babası Mustafa Cuma’nın 21

Temmuz’da şehit düştüğünü o zaman öğrenmiştik.. Bu acı haber annemi bir kez daha

derinden yaralamıştı. Evlatlar olarak bizler bu durum karşısında kahroluyorduk. İyi ki büyük

teyzelerim vardı. Bizlere her açıdan destek olmuşlar bir süre sonra da Kıbrıs’tan temelli

ayrılıp Türkiye’ye yerleşmişlerdi.

Savaş sona erip hayat normale dönmeye başlayınca annemin köyü olan Avtepe’de neler olup

bittiği hakkında haberler gelmeye başladı. 20 Temmuz’da dedemle birlikte köyde şehit

düşenlerin sayısı dörttü. Aynı gün, daha fazla zayiat yaşanmasın diye köylü silah bırakarak

teslim olmuştu. Dedem savunma yaptığı yeri tüm ikazlara rağmen bırakmayıp teslim

olmadığı için Rumlar tarafından orada vurulup şehit edildi. O gün Rumlar, çevre köylerden

esirleri toplayıp şehit düşen dört kişiyi de gömdüler; ancak dört kişiyi de tek bir mezara!..

Bunu gören köylüler gelip neneme olayı anlattı. Köyün ileri gelenlerinden yardım isteyen

nenemin bu isteği karşılıksız kalınca köyün kadınlarından yardım istedi. Köyde bulunan Rum

birliklerinin başında olan subaydan izin alarak mezarlığa gittiler. Nenemle birlikte mezarlığa

giden kadınlar yeni kazıldığı belli olduğundan dört köylünün hangi mezarda olduğunu

anlayarak mezarı kazdılar. Dedem en üstte olandı. Kadınlar şehitleri mezardan tek tek çıkarıp

kendi kazdıkları mezarlara ayrı ayrı gömdüler. Nenem, dedemi evden getirdiği beyaz çarşafa

sarıp öyle defnetti. Dualarını da okuduktan sonra mezarlıktan ayrıldılar.

Savaşın yaralarını sarmak; üzerinden zaman geçse de böyle bir travmayı atlatmak kolay

değildi. İlk zamanlar yakın çevremizden aldığımız destekle bir yere kadar gidebildikten sonra

artık başımızın çaresine bakmamız gerektiğini biliyorduk. Annem ve biz üç kardeş birbirimize

sığınarak kendi sorunlarımızın üstesinden çekirdek aile olarak gelmeli, hayatın zorluklarına

göğüs germeliydik.

Annem, babamın şehit olduğu günden kendi öldüğü güne kadar siyah giysilerini giyindi hep.

12 yıl boyunca yaz kış, yağmur çamur demeden her gün şehitliğe gidip babamın mezarını

ziyaret etti. Sonrasında da hiç aksatmadan öldüğü güne kadar her cuma gitti. Evimizin

bahçesi sürekli şehitliğe götürülmek üzere yetiştirdiği mevsimlik çiçeklerle doluydu. Yaz

günlerinde ipliğe ful ve yasemin dizip öyle gidiyordu babamı ziyarete. Okunmuş suyunu

dökerken mezar toprağına, dualar okuyordu annem. Bu duaları nereden öğrendiğini merak

 

edip ona sorduğumda; dedesi olan büyük dedem Teyfik Hoca’nın 1950-1960 yılları arasında

Lala Mustafa Camii’nde imamlık yaptığını o zaman öğrendim. Annem okuduğu duaları

Mağusa’nın imamı olan büyük dedemden öğrenmişti.

Annem bize geceleri ailesini ve geçmişini bir masal gibi anlatıyordu. Babamla olan hayatını,

onunla neleri paylaştığını anlatıyordu. Sürekli olarak bize babamızın isteğini hatırlatıyordu;

okumak, yüksek tahsil görmek ve topluma yararlı insanlar olarak yetişmek… 1977 yılında

abim İngiltere’deki okulların birinde burslu olarak okumak üzere adadan ayrıldı. Bu kopuş

annem için kolay olmamıştı ama hayat bunu gerektiriyorsa katlanmasını da biliyordu. Abim

ekonomik zorluklara direnebilmek için hem okuyup hem de çalışacağı bir alana geçme

ihtiyacı duydu. Bunun üzerine yemekle ilgili alanda eğitimini sürdürürken aynı alanda

çalışarak hayatını kolaylaştırmıştı. Abim için gidiş o gidişti; adaya dönüşü tam 33 yıl sonra

gerçekleşti. İçindeki küskünlüğü anlasak da annemin bu ayrılığa hep içerlediğini bilirim.

Annem, ben ve benim küçüğüm olan kız kardeşim birbirimize kenetlenip yaşama devam

etmeliydik. Annemizin de telkinleriyle, babamızın nasihati olarak kendimizi okumaya

vermiştik. Kitap okumak bizim için bir alışkanlığa dönüşmüştü. Eğitim yıllarımızın her dönemi

başarıyla geçti. Amcam manavlık yapıyor; ben de yaz tatillerinde onun yanında çalışıyordum.

Kamyonetinin arkasına oturup mahalle mahalle dolaşıp meyve ve sebze satıyorduk. Daha

büyük yaşlarda ise babamın çalıştığı yer olan limanda çalışıyordum. Babam bir liman işçisiydi;

arkadaşları sayesinde haftalıkçı olarak çalışıp cep harçlığımı çıkarıyordum. Üniversite

yıllarımda da yine liman ambarlarında çalışarak aile bütçesine katkı koyuyordum.

Üniversiteye başlamam 1982 yılına rast gelir. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik

bölümünü kazanarak yükseköğrenime başlamıştım. Üç yıl sonra kız kardeşim Pembe de aynı

üniversite ve fakültenin Biyoloji bölümünü kazanarak yükseköğrenimine başladı. Bu

durumda, annemize, dolayısıyla da babamıza verdiğimiz sözü tüm kardeşler yerine

getiriyorduk… Yükseköğrenimdeyken tatil dönemlerinde ülkeye dönüşümüzde annemize

getireceğimiz hediyeler belliydi: ya bir kitap ya da siyah olmak şartıyla bir yemeni

(başörtüsü) hırka ya da şal…

Abim Özmert yaşamını hala yurtdışında sürdürmeye devam ederken bizler öğretmen olarak

toplumsal vazifemizi yerine getiriyoruz. Yaşamımın tüm bu evrelerinde babasız büyümenin

ne anlama geldiğini çok iyi bildiğim için öğrencilerime hep kendi tecrübelerimi bir öğüt gibi

anlatmayı sürdürdüm. “Baban ne iş yapar?” sorusu karşısında her zaman bocalayan ve aynı

acıyı tekrar yaşayan biri olarak öğrencilerime okumanın değerinden bahsettim. Zorda olan

öğrencilere üstesinden gelinemeyecek zorluğun olmadığını anlattım hep. Yeter ki sevgi ve

dayanışmanın ne anlama geldiğini bilelim ve hayatta bir amacımız olsun.

1986 yılında vatani görevimi yedek subay olarak yapmaya başlamadan önce eşim Feray’la

evlendim. Mehmet ve Kenan adında iki erkek çocuğumuz, bir de torunumuz var. Evlatlar

babalarını, torunlar dedelerini bilerek bir neslin devamını sağlıyor… Hayat devam ediyor;

yaşam bize ne sunarsa sunsun her kişi kendi yolunu ve yönünü bulmakla yükümlüdür.

Anılarımız ise kimliğimizin ve kişiliğimizin birer parçasıdırlar.