EditördenEDİTÖRDEN

Artacak refah düzeyi mi olmalı, ücret düzeyi mi?

Artacak refah düzeyi mi olmalı, ücret düzeyi mi?

(Dr.Seyfi Akil)- Son dönemde iyice bozulan makro ekonomik dengelerin hiç kuşkusuz ki en büyük muhatabı maaşlı çalışanlar. Seçim vaatleri arasında sıklıkla anlatılan ücret artışları acaba geçinmekte zorlananları
rahatlatacak mı? Gerçekten de bu artışlar yaşam standartlarımızı yukarıya çekmeye yetecek mi?
İnsanlar bankalara aşırı borçlu hale geldi.

Vatandaş kendi ve kredi kartlarıyla yaşamak zorunda kaldığından beri, o kapı mutlaka çalınıyor. Genellikle de günümüzde kapıyı çalan komşu değil, alacaklıoluyor. Türkiye’de çok az bir kesimin aşırı refah içinde yaşadığı, ülkenin neredeyse yüzde 90’ının geçim sıkıntısı çektiği bir ortamda ortada duran tablo sorgulanacak bir örnektir. Hayat standartlarını, yaşam kalitesini yükseltemediğimiz sürece bu artışlar hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Sorunlara çare olmadığı gibi paraya olan gereksinimi daha da artıracak bu da tüketimi, fiyatlar genel düzeyini ve
dolayısıyla enflasyonla beraber iyice dibe vuracak bir ekonomik hayatı da peşinden sürükleyerek
getirecektir. Bunun sağlamasını da çok somut olarak ortadır. Son yıllarda ücretler tarihi zamlar
yapılıyor. Eğer ücret artışları bir sorun çözseydi bu koşullarda insanlar neden her geçen gün hayat
pahalılığını yaşıyor? Neden her geçen gün biraz daha fakirleşiyor?

Bir gelire ne kadar artış yaptığınız, gideri göz ardı ederek yaklaşıyorsanız anlamsızdır. İkincisi verileri
manipüle edip, sonra da gerçek olmayan veriler üzerinden hareket ediyorsanız, başladığı gün gücünü
yitiren rakamlar konuşursunuz. Şimdi tüm bu gerçekler ortadayken yine aynı filmi izliyoruz. Asgari
ücretle ilgili artış için komisyon toplandı ve konuşuluyor. Konuşuluyor çünkü asıl hikaye bundan sonra
başlıyor. Her şey ülkede açlık sınırının üzerinden tartışılıp, ortalama ücret haline gelmiş bir gelir
türünü nasıl ayarlayıp, kaç ay daha açlık sınırının üzerinde kalınacağı çerçevesinde geziniyor. Ülkede
asgari ücret ve bir miktar üzeri, çalışanların yüzde 65’inin geliriyse, ama örneğin Avrupa’da
çalışanların sadece yüzde 4’ü asgari ücret alıyorsa, buna karşılık pazarlıklar bu ortalama ücret haline
gelen rakamın açlık sınırı seviyesinden yapılıyorsa, konu kapanmış demektir. Bu dengesizlikte ve
gerçek olamayan verilerde, alanın mutlu olamayacağı, verenin gücünü aşacak rakamlardan söz edilir
ve yine açlık sınırında mücadele yaşanır. Asgari ücrete bağlı olarak da emeklisinden esnafına herkes
bundan etkilenir. Türkiye’ye gelir pazarlığından önce rasyonellik ve hesap verilebilirlik gelmeli.
Verilerde, söylemlerde, geçim koşullarında, enflasyonda ve en önemlisi insana yaklaşımda. Gerisi
sonuçsuz bir çaba olarak kalacaktır.

Mesele o kadar sıkıntılı bir noktaya ulaştı ki, alanın da verenin de mutlu olamayacağı, hatta mutluluğu
bir kenara bırakın, yaşamını sürdüremeyeceği ekonomik gerçeklerle karşı karşıya kaldık. Açlık sınırının
esas alınarak masaya oturulacağının söylenmesi, zaten işin başında zam ve vergi fırtınasıyla, hali
hazırda geçim sıkıntı çeken insanların, iç ve dış piyasada satışları düşerken, maliyetleri artan iş
dünyasının zorlu bir ikinci yarı yıla girdiğini gösteriyor. Öncelikle bu bütçe açıklarıyla kaçınılmaz hale
gelen zamları, bu vatandaşın çalışanıyla işvereniyle nasıl karşılayacağının yanıtı bulunmadan hareket
edilmemesi gerekir. Bugüne kadar yapılan ekonomik tercih hataları, şayet örneğin Yunanistan’ın zora
düştüğü dönemdeki gibi yurttaşın refahını arttırsaydı, durum daha kolaydı. Fakat hem bu
harcamaların yapılması hem de gerçeklerin üzerinin örtülmesiyle ortaya çıkan faturaya karşın, aşırı
fakirleşme ve borçlu yapı, bugün ekonomik sorunların çözümü önündeki en büyük sorunlardan birini
oluşturuyor. Şimdi tüketiciye dönüp, önceliklerini belirlemesi gerektiğini söylüyoruz ama yapılan
harcamaların dağılımı, zaten öncelikler noktasında sıkışıp kaldığını bize gösteriyor. Yani onlara yeni bir
otomobil ya da ev almamalarını tavsiye edecek noktayı çoktan aştık.