Gerçekliği Yeniden Düşünmek…
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nden
Yeni Bir Hikâye Dergisi: OLAĞAN HİKÂYE
İki aylık hikâye dergisi Olağan Hikâye’nin ilk sayısı “Gerçekliği Yeniden Düşünmek” dosyasıyla yayımlandı.
Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği tarafından iki ayda bir yayımlanacak olan Olağan Hikâye, ilk sayısında “Gerçekliği Yeniden Düşünmek” dosyasıyla geliyor. Yunus Emre Özsaray’ın “Yalan Değil Gerçektir Ben de Gördüm Tozunu” başlıklı giriş yazısıyla okuyucusunu selamlayan dergi, dosya konusu ve içerik zenginliğiyle dikkati çekiyor.
GERÇEKLİĞİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Hakikat, kurmaca ve zaman ilişkisi üzerinden gerçekliğin hikâyedeki günümüz yansımalarının izini süren yazılarda, bu alanda usta kalemlerin imzası var. Recep Seyhan “Hakikati Kurmacanın Zemininde Arayabilir Miyiz?”, Mücahit Gültekin “Hakikatin Ne Kadar Sonrası?”, Şaban Sağlık “Edebiyatın Son Zamanları mı Son Zamanların Edebiyatı mı?”, Dursun Ali Tokel “Bir Hikâye Olmalı Bir Hikâyede, Bir Hikâyeden İçeru”, Yunus Emre Özsaray “Modernizmin Paranoyasından Postmodernizmin Şizofrenisine Gerçekliği Yeniden Düşünmek”, Uğur Cumaoğlu “Sinemada Geleceğin Gerçeklik Ütopyası” yazısıyla, Yunus Vehbi Karaman, Ahmet Dağ ile gerçekleştirdiği “Transhümanizm ve Tuhaf Zamanlar” başlıklı söyleşiyle dosyaya katkı sundu.
Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Mustafa Nezihi Pesen, Abdullah Harmancı, Güray Süngü, Ahmet Mansur Tural, Mustafa Uçurum, Merve Koçak Kurt, Yıldırım Türk, Silvan Alpoğuz ve Kuddusi Demir’in hikâyeleriyle yer aldığı ilk sayıda, Abdullah Kibritçi ve Mustafa Çiftçi anlatı, Kamil Eşfak Berki ve Asım Öz düşünce yazılarıyla yer aldı.
Gökhan Yılmaz’ın hazırladığı Üç Nokta Atışı isimli özel bölüme bir hikâyesi, hakkındaki bir değini ve kendiyle yapılan özel söyleşiyle Elif Genç konuk oldu. Okuma Notları bölümünde Ethem Erdoğan, Mürüvvet Özpehlivan, Veysel Altuntaş, Huriye Emre, Müzeyyen Çelik, Şeyma Subaşı, Mustafa Uçurum ve Aysun Bahar Asar’ın kalemiyle öne çıkan hikâye kitapları değerlendirilirken; Arka Dörtlü bölümünde Ömer Can Coşkun, Merve Çakır, Sinem Çağlancı ve Faruk Sartuk’un hikâyelerine yer verildi.
…OLAĞAN HİKÂYE dergisinin ilk sayısındaki giriş yazısı:
YALAN DEĞİL GERÇEKTİR BEN DE GÖRDÜM TOZUNU
Yunus Emre Özsaray
Gerçekliğin yeniden ve hararetle tartışılmaya ihtiyacı var diyoruz. Neden mi? Bir geriye dönüş için değil. Postmodernizm tartışılmaya başlandığında açlığını çektiğimiz büyülü bir evren, simülasyon bir hayat vardı ekranlarda. “Evinize koşun, atariyle coşun,” “Şimdi sokaklar bomboş” gibi sloganlarla Türkiye’de ilk atari reklamı 1983 yılında yayımlanmıştı. Sokakların boşalması gerekiyordu çünkü 60’lara kadar kendi işinde gücünde olan halkın çocukları sokaklara çıkmış ve sokaklar fazlasıyla yorulmuştu. Turgut Özal, 80’lerde bir oyun konsolunun karşısında poz verdiğinde bir simülasyonun içine girdiğimizin işaretini vermişti. Dünya, yeni binyıla simülasyonun kanıksandığı bir gerçeklik algısıyla girecekti ve biz de bu simülasyonda yerimizi almalıydık. Bunu erken dönemde ele alan hikâyecimiz Orhan Duru’yu anmadan geçemeyeceğiz. Bir simülasyonun içinde yolunu kaybeden ihtiyarın hikâyesini anlattığı Ütopia ve Videomachies öykülerini yazmasının üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Bu süreçte her şey daha başka bir hâl aldı. Başlangıçta vitrinlerden izlenen simülasyon, hayatın tam ortasına girdi. Sokağın acı gerçeğinden kaçıp simülasyonun aldatıcılığında terapi olmak isteyen insan buna fazlasıyla doydu.
Şimdi yeniden bir “gerçeklik açlığı” hissedildiğini fark ediyoruz. Postmodernizm, yalan dünyanın sanal olduğuna inandırdı bizi; ideolojiler, kavgalar, katı olan her ne varsa buharlaşıp uçmalıydı, uçtu. Bu görünüşte iyi bir şey. Ne var ki yalan olan dünyanın ardında bir hakikat işaret edilmeliydi bize. İşte boşluğa düştüğümüz nokta da tam burası oldu. Postmodernizmin kendini tüketmeye başladığını hissettiğimiz bir dönemde ironik bir şekilde hakikat eşiği aşılmışçasına hakikat ötesi “Post Truth” gündeme geldi. Hakikat diye bir şey yoksa, dünya yalansa ve bir boşluğa yuvarlanıyorsa insan, büyük anlatılar buharlaşıp uçtuğunda, herkes kendi kozasında kendi gerçekliğini örmeliydi.
Newton’un kafasına elma düşmesiyle başlatır ya kimileri modernizmi, insan bu elmanın düştüğü dal üzerinde oturarak geçirdi modern zamanları. Sonra bindiği dalı kesmeye başladı postmodern zamanlarda. Daldan düşüp hakikatle yüzleşse iyiydi, lâkin düşmedi, düşmeyince öteledi hakikâti. Boşlukta asılı kaldı. Yetmedi, bir de asılı olduğu yerin boşluk olmadığına herkesi inandırma evresine geçti bu defa. Görünüşe bakılırsa inandırdı da. Dünyanın artık farklı bir mecraya ve yeni bir döneme girdiğinin, algı yönetiminin her zamankinden daha önemli hale geldiğinin farkındayız. Farkındayız ve biz hayata boşlukta asılı kalan insanın gözüyle değil de yere düşüp hakikatle yüzleşen Nasrettin Hoca’nın gözüyle bakmayı istiyoruz.
İşte tam da böyle bir dönemde gerçekliği her zamankinden daha fazla ve her yönüyle tartışmaya ihtiyacımız olduğunu hissediyoruz. Bunu bir karşı çıkış, yel değirmenleriyle savaş olarak yapmıyoruz, her şeyden önce bunu kendimiz için yapıyoruz. Boşluğun öyküsü, hiçliğin, anlamsızlığın değirmenine su taşımaya devam etmesin diye, o rüzgarda sallanmayalım, ayaklarımız biraz yere bassın diye. Anlamın boşlukta salınması ilk başlarda cazip gelse de artık sıkıcı olmaya başladı. Kahraman uzun süredir asılı kaldığı yerden kurtulmadan hikâye sıkıcılıktan kurtulamayacak. Artık hikâye devam etsin.