Türkiye el vermese bütçe açığını kapatabilmek imkânsız.
RAKAMLAR VE VİCDANLAR
Özdinç Akdel / KKTC /Gazimağusa
Eğitimci&Danışman
İçinde yaşadığı yaşam koşullarına göz ve kulak kesilen her yurttaş gibi ben de çevremi algılamaya ve
ne tür bir yaşam döngüsü içinde olduğumu kavramaya çalışırım. Bildiğim bir tek şey var: savaşlar
gördük, kayıplar, acılar yaşadık ama bir türlü tahayyül ettiğimiz güzelliklere hala erişemedik. Liyakat
denen nimeti elimizin tersiyle öteleyip gerçek değerleri hep iteledik; hâlbuki birazcık itinayla
bambaşka yerlerde olabilirdik…
Ülkemin, kentimin tarihiyle, kültürel dokusuyla, siyasetiyle yakından ilgilenirken elbette ki her şeyden önce bir eğitimci olduğumun farkındayım. Özellikle de bir matematikçi olmam yaşamı başka denklemler üzerinden algılamama da yardımcı oluyor. Bir toplama işlemi yaparken rakamsal olarak çoğalan değerler neyse, bulunduğumuz sosyal ortamda değer olarak topluma dönen artı değerler de odur ve toplum olarak yükselmemizi işaret ediyor. Yıpratılan her neyse eksilen değerler hanesine yazılıyor. Dinamik bir toplum kendini toplayarak değil çarparak
çoğaltır; çoğaldıkça da bölüşmesini bilir. Rakamsal olan işlemleri mecazi olarak yaşamsal işlemlere
dönüştürüp ne yaşadığımıza oradan bakınca karşımızdaki tablo pek de iç açıcı değil.
2020 yılı itibarıyla KKTC Merkez Bankasının açıkladığı rakamlara göre bankalardaki vadeli vadesiz
mevduat miktarı 41.787.632 milyar; ekonomik getirinin çok büyük bir miktarı ithalata dayanıyor.
Üretimden kopan Kıbrıs Türk toplumunun asgari üretim koşullarında ortaya koyduğu performans
ithalat ve ihracatı oldukça dengesiz bir hale getiriyor. Türkiye el vermese bütçe açığını kapatabilmek
imkânsız. Bu verilere daha yakından bakıldığı zaman epeyce ezici bir rakamın toplumun küçük bir
kesimine ait olduğunun farkına varırız. İyi de bu orantısız kazancın kaçta kaçı topluma bir değer
olarak geri dönüyor. Kültürel ve sanatsal etkinliklere ayrılan sponsorluk miktarı nedir(?) diye
sorulduğunda alacağımız cevap yüzümüzü güldüre bilir mi?
Her ne halse Kıbrıs Türk toplumunun o kadar varlıklısı varken sanata, yani medeniyete aktarılan
maddi destek nerdeyse yok seviyesinde. Öyle bir kanaat geliştirildi ki zoru gören soluğu Türkiye
Elçiliğinde alıyor; destek ister, katkı ister, yardım ister, ilgi ister, adını siz koyun, taleplerinin adresi
Türkiye Elçiliğidir. Bunun müsebbibi eli sıkı olan yatırımcılarımız mı yoksa vatandaşlar yolunu mu
şaşırıyor. Bunun da cevabı belli: varlıklı kesimimiz ne yazık ki bu konuda pek duyarlı davranmıyor.
Sanatsal üretim aynı zamanda yumuşak güç denilen bir kültürel etki alanını da doğuruyor. Siyaseten
tanınmamışlıktan şikâyet ederken kültürel anlamda tanınabilme olanaklarını da bertaraf ediyoruz.
Diğer yandan şöyle dikkate alınan bir sponsorluk yasası da hala dolaşıma sokulmadı, var olan da tam
karşılığını bulmadı. Kültür dairesi de sadece dernekler yasası altında çok da uluslararası seviyede
olmayan projelere katkı koymakla bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Ancak burada da sanatçı kimliği
ve bireyin girişimci rolü göz ardı edilerek zümre ve birey ayrımcılığı yapan bir uygulamayla
karşılaşıyoruz. En azından toplumsal bir vazifeyi daha eşitlikçi bir tüzel yapıya kavuşturarak daha
liyakatli ve verimli olmayı hedefleyebiliriz… Bütün bu ödevler bizi bekliyor; bekliyor da yine kapısını
çaldığımız Türkiye’nin siyasi yetkilileri oluyor. Şu varlıklılarımızdan her medeni ülkede olduğu gibi
topluma bir vefa borcu olarak sanata katkı koymasını beklemek bir yurttaşlık farkındalığıdır… Artık
büyüdüğümüzün, çocuk olmadığımızın farkına varalım; bu özsaygıdır, bu özgüvendir, bu kendini
bilme ve kendine güvenmedir. Her ana kendi evladının büyümesini, özgüven kazanmasını, kendi
ayakları üzerinde durmasını hayal eder, bekler, özlem duyar; bunun gerçekleştiğini de görünce
sevinir ve analık görevini yerine getirmenin sevincini yaşar. Bir anaya bu sevinci tattırmak da evlada
düşer.